27 Eylül 2009 Pazar

dingin


güneş yorgun
deniz yorgun
dağlar tepeler yorgun
gün bitti
çıt çıkmıyor
aksaz'dan ayrılırken
dingin bir hava
bitkin ama huzurlu...

renkler

kum - deniz - güneş - huzur

ahh çocukluğum..

...en çok özlediğim

sıpasıyla düşmüş yollara

dur dedim durmadı


meğer poz vermek için yola çıkcakmıştı
bilemedim =)

'aksaz'a gider iken

30km lik yol bir türlü bitmiyor
sebep?
her dönemeçte bir güzellik...
manzaraya doyana kadar izlemece
fotoğraf çekmece
ölümsüzleştirmece
olmazsa olmaz

marmaris'e kuşbakışı


'datça' ya...


datçanın yolları
sarsın seni kolları

yel değişmenleri ve rüzgargüllerinin arkadaşlığı



kıyıya vurdum bedenimi

çürüdüm sonra karada
denizdi benim nefesim
denizdi canım kanım
geri dönüş yok şimdi
sonsuza kadar ruhsuzum...

yattığım yerden

okusam
resmetsem
uyusam
içsem
seyretsem
düşünsem
yattığım yerden...

babam...

özlüyorum bazen çok...

tek sıra

açıktan yüzen adam ördeklerin yemiymiş meğersem

balbazarla tanışmamız ve sonrası

çakıl taşlarının üstüne oturmuş bir o yana bir bu yana sallanıyordum
kulağımda zero7'nın en sevdiğim 'in the waiting line' şarkısına
yalan yanlış uydurma ingilizcemle eşlik ederek.

bir kıpırtı hissettim sonra sağ tarafımda
dönüp baktım.
suyun içinde avcum kadar bişey
çıkarmış kafasını dikmiş gözlerini bana bakıyor



'kimsin?' dedim
cevap vermedi
'ne istiyorsun?' dedim
'tanışalım' dedi

biraz daha yaklaşmıştı
artık su yüzeyindeydi
'kırılganım' dedim, 'kırmam' dedi
'sevilmem' dedim, 'severim' dedi
'kötüyüm' dedim, 'aldırmam' dedi
konuştuk bir süre
inandım
inandırdı


sonra?
çok sürmedi
gitti...

güneş...

gözlerimi alıyor her akşam batmaya yakın
dağın ardına geçene kadar inatla seyrediyorum
saatler sonra buluşacağız
her bir hüzmesini içime çekiyorum..

huzurumuz kaçmasın

gelmeden gidelim...

gezmelere gidelim yeniden

severdik ılık yaz akşamları öylesine gezmeleri
elele ordan oraya sohbete dalmaları...


bazen susup nefes alıp verişimizi dinlemeyi
bazense şarkı mırıldanmaları...

boş bırakmaya gelmezdi

ne aramıştınız?

alışkanlık değil


'ıssızlığa gitmeyi' huy edindim kendime
söyleyecek söz
yapacak bir şey yok
bu böyleydi
böyle gelmişti
böyle giderdi...

burada...

bir yanım deniz...


bir yanım orman...

utanırdım çok

10 saniyeden fazla bakamazdım ya gözlerine
şimdi kedilerle anlaşıyorum bak
!

tanışalım?


aldırmaz
umursamaz
yadırgamaz

erkek korur, dişi yorulur

gel peşimden

süzülür gibi

izledikçe izlenen..

haydi çocuklar denize...

13 Eylül 2009 Pazar

Ankara'yı aldatıyorum eved...

Seviyorum Ankara’yı.. Hani öyle herkes gibi değil. Alışkanlıktan öte şehir olarak seviyorum burayı. 15 yıl olmuş. Çok bi hatıramın olması gerekiyor değil mi? Olmuştur belki de ne bileyim!
Bi kere yaşaması kolay bi şehir hiç öyle monoton, metropol, kozmopolit, interpolasyon ıgıdık bıgıdık demeyin. Benim gibi yön kavramı sıfır olan, bi yere 50 kere gitse de kaybolmayı beceren bi insan bile Ankara’da rahat yaşar. Ayrıca tek başıma gezmeyi tozmayı seven biri olarak söylüyorum acaip zevk alınır bu şehirden. Asosyal olup da sinema, tiyatro, sergi gibi tek başına yapılan sosyal aktiviteler.. Cafelerde sokaklarda yemek yemeceler.. Kulağa mp3 çaları takıp boyunda fotoğraf makinesi o bozkır senin bu çimenlik benim şipşakçılık yapmacalar.. Veee bittabi alışveriş çılgını olarak koccaman alışveriş merkezlerinde sabahtan akşama, ölene kadar mağaza gezmeceler. İşte bu yüzden seviyorum bu şehri. Yalnızlığın hiç de sıkıcı olmadığını kanıtlıyor insana (bana)...
15 yılın ardından Ankara’yı terketme fikri hiç cazip gelmezdi ama babamın tayini cennete çıkınca işler değişiyor haliyle! Gelene kadar da bilmezdim böyle bi yerin cennet olduğunu. Tamam cennet kavramını ne kadar iyi bildiğim de muamma ama cennet gibi denince ‘gibi’ biraz fazla kaçıyor bu diyar için.
Ankara’dan sabah 4 gibi yola çıkıyoruz. Önceden arabayı kullanmak için babamdan anahtarı kapmak uğruna binbir taklalar atarken şimdi ikimiz de bi gözü kapalı uyku sersemi anahtarı birbirimize fırlatıyoruz. Sonunda ben galibim.. Uyuya uyuya, hangi dereleri tepeleri aştık hiç görmeden Afyon’ da açıyorum gözümü. Annemin ağzından çıkan ‘kahvaltı’ sözcüğü büyük ihtimal beni dürtüp de uyandıran şey (pek severim :P)
Tekrar yola çıktığımızda uykumu almış ve karnımı da doyurmuş olduğumdan, haliyle babamı yan koltuğa uyumaya terkedip, şoför görevini zevkle üstleniyorum. Denizli, Muğla derken Marmaris’te sırf etrafı seyretmek için babama geri veriyorum direksiyonu. Bahanemse pembe bir yalan - yoruldum ben - =)
Marmaris çok içiçe geliyor bana. Heryer vıgır vıgır turist kaynıyor. Sıcak mı sıcak ayrıca. Sevmiyorum böyle yerlinin yabancı yanında azınlık kaldığı, heryerde barlar, keşmekeş, tatil kavramını içip yatmak olarak algılayan -algılatan- tatil mekanlarını.. Alışkın da değilim zaten.. Hiç oyalanmadan pek övdükleri Datça’ ya, babamın emekli olmaya karar verdikten sonra son anda vazgeçmesine sebep olan Datça’ ya, doğru devam ediyoruz..
Datça...
Bir yanı Akdeniz bir yanı Ege...
Yarımada’ ya girip de ilçeye ilerlerken zeytin ve badem ağaçları karşılıyor bizi.
Sağ tarafta az ilerde tepelerin üstü rüzgargülleriyle bezenmiş. Sanki biri gelmiş öylesine serpiştirip gitmiş gibi.. Ne de çoklar.. Demek ki pek bi esintili buralar diye düşünüyorum ki sıcağı hiç sevmemem daha bi sempatik gösteriyor burayı gözümde.
İlk bir kaç gün ben nerdeyim, neyin nesi kimin fesi burası diye çıkıp gezmek istiyorum ama yok sevgili annem zaptediyor beni. Ev yerleştirmekle geçiyor zaman. Ne zaman ki hava kararıyor işte o zaman babamı da ikna edip atıyoruz kendimizi sokağa..
Gündüzünü bilmeden gecesini öğreniyorum Datça’ nın. Yaz sonu olduğu için çok kalabalık değilmiş -hayır zaten normalde de değilmiş- kalabalığı severmişim gibi böyle bir iknaya kalkışıyor babam. Karanlık olduğu için mi, keşfetme arzusundan mı yoksa sadeliklerin güzelliğinden mi bilmiyorum bi saflaşıyorum ben.
Sahil boyunca dikkatimi çeken hoşluklar...
Denize inerken bir göl çıkıyor kaşımıza. Çok büyük değil, bir yanı bakir kalmış sazlıklarla çevrili, bir yanı ise ufak bir yol yapmış kendine ve denizle buluşmuş. Gölün sazlık kısmı bataklıkmış ve sıcak su kaynağı varmış, denize doğru olan kısmı ise daha bi ılık daha bi girilesiymiş ( babamın anlatımıyla).
Gölle denizi ayıran kısa mesafeli bir yol var, yolun üzerindede 2 katlı taş bir bina. Ne olduğunu anlayamadım, kapalıydı ve üzerinde herhangi bir bilgilendirme yazısı yoktu. Olsun yine de yukarıdan bakıldığında harika görünüyor. =)
Sahil yolundan devam ediyoruz. Deniz kenarında bir çok cafe, bar, balık restoranları var. Özellikle balık restoranlarının sahile hazırladıkları masalara hayran kalıyorum. Çilingir sofraları kurulmuş, turistler yerliler hafif esintili denizin serinliğinde yemeklerini yiyip alkol eşliğinde sohbet ediyorlar.
Ve tabi akıllarda en çok kalacak olan çeşit çeşit tekneler, yatlar. Bir teknenin yanından geçerken babam kulağıma eğilip şurdaki tekneye bak diyor. İçeride saçı sakalı salmış çok sayılmasa da yaşlıca bir adam televizyon izliyor. Teknenin ön kısmında toplanmış tentenin havada kalan kısmında belli ki kendini zorla sığdırmış miskin bir kedi ve önünde de devasa boyutlarda ama pek bi sevimli, en az kedicik kadar da tembel bir köpek uyuyor. Biraz uzaklaşınca babam hikayesini anlatıyor adamın. İstanbullu çok başarılı bir elektrik elektronik mühendisiymiş. Birkaç sene önce kafasını dinlemek için ilk defa Datça’ya gelmiş ve geliş o geliş. Anında emekli olmuş, malı mülkü satıp yerleşmiş buraya. Vay anasına ne cesaret diye ağzım bir karış açık düşüncelere dalıyorum...
Kendime geldiğimde nefes nefese kaldığımı farkediyorum. Sahilden içerilere doğru ilerliyoruz. Tüm sokaklar dik yokuşlardan oluşuyor. Bu da Datça’ da araba kullanımını minimuma indirmiş. Motor ve bisiklet revaçta yaşasın, bisikletimi kapıp gelmeliyim Ankara’dan eved =)
3 katı geçmiyor binalar. Alt katlarda mini shoplar, her sokakta mutlaka bir tane Datça ürünleri satan dükkan var. Zeytin, zeytinyağı, zeytinyağlı sabun, kavruk badem, yaş badem, taze badem, bal, balbadem :) ohh misss...
Cumhuriyet meydanı...
Olmazsa olmazdı, mutlaka olmalıydı.
Bir cumhuriyat meydanı.
Meydanın orta yerinde delikler,
Deliklerden süpriz yumurtadan çıkar gibi ara ara fışkıran sular,
Suların üstünde ordan oraya atlayan çocuklar.
Kenarda bardak gibi dizilmiş palmiyeler,
Bittabi devasa boyutlarda bir Atatürk büstü
ve hemen yamacında Türk bayrağı.
Denize bakan kısmında merdivenler,
Sıra sıra merdivenlerde oturmuş insanlar
ve herkes aynı yöne bakar.
10 küsur yaşlarında bir oğlan çocuğu
Ne de güzel sesi var,
Her türlü enstrümanın da hakkını veriyor.
Peki ya kemancı gence ne demeli?
İnsanı mest ediyorlar müzikleriyle.
Çakılıp kalıyoruz.
Üşüyoruz,
Donmaya yakın
Gözümüz arkada uzaklaşıyoruz...
En ağzımı sulandıran ise yanyana dizilmiş ev yemekleri yapan mini dükkanlar. Ertesi gün gelip mutlaka burda yemek yemeliyim diye söz veriyorum kendi kendime. Geliyorum da..
Yemekleri yapan anne kırk yıllık yeğeniymişim gibi buyur ediyor beni. O bir yandan yemeklerini ballandıra ballandıra sunarken evin babası sokağa bakan kaldırımda tek kişilik bir masa gösteriyor oturmam için. Geçip kuruluyorum masaya. Çok geçmeden evin küçük oğlu elinde bezle bitiyor yanımda. Hoşgeldiniz diyip masayı siliyor, nasıl da sevimli ufaklık. Koca bir tabak mantıyı mideme indiriyorum. Enfessss =) Özeniyorum da bir yandan nasıl mütevazi nasıl sevimli huzurlu bi ortam burası...
Sahil yoluna inerek daldığımız datça turuna tepelerden araba yolundan dönerek son veriyoruz.
Hayır veremiyoruz..
Çünkü ben bu sefer de manzaraya takılı kalmış durumdayım..
Ve söylenecek tek bir cümle yetiyor bana eve dönerken, bir harika Datça’ nın gece manzarası.
Gündüzünde ise denizin tadını çıkarıyorum sabahtan akşama kadar. Şezlonglar varmıştı günlüğü 3liradan, eğer cafesinden alışveriş yaparsan 10lirayı aşkın, şezlongun parasını almıyorlarmıştı. Şezlongları sallamıyorum bile. En sakin, göz önünden uzak bir yere seriyorum havlumu ve güneşle kavuşmanın sevinciyle uzanıyorum..
Sabahın köründe denize girmeye herkesler işkence derken bana bir güzel keyif veriyor ki sormayın gitsin. Serinlemek için suya girmeye yelteniyorum. O da nesi ayak parmağımın ucu suyla temas ettiği anda tüylerim diken diken.. Alışırsan senelerce akdenizin hamam suyu gibi denizine burda afallarsın böyle Damla hanım. Umrumda değil dalıyorum suya.. Sabahın taptaze, kıpırtısız, berrak mı berrak ve dondurucu suyu inanılmaz mutluluk veriyor bana. Sırtımda hissettiğim soğuk her nekadar nefesimi kesse de sorun değil..
Su üzerinde sırtüstü yatıyorum gözlerim kapalı. Kulaklarım suyun içinde, yunus sesini andırıyor suyun kıpırtısı. İşte en çok özlediğim.. Budur..
Saatlerce güneşin altında kitaba dalarsan, kitaptan arta kalan zamanda da uykuya dalarsan istakoz gibi olursun bittabi. Akşama çıkıyor haliyle acısı. Ah bi akşamı olsa günlerce çekiyorum yanık ten işkencesini. Olsun bu sene 1 günlük tatilim de varsın böyle iz bıraksın.
Datça canımı çok yaktı,
Ama yine de gidesim var.
Ankara’ dayım yine yeni yeniden..
Ailemin özlemiyle,
Datça’nın çekiciliği..
Ne zamandır Ankara’dan kaçmak istiyorum???

6 Eylül 2009 Pazar

merhaba, ben Datça...

Kırmızı Halı?

''kelimeler olmadan da konuşabiliyorum ben'' dedi..
duydum..


tatlı - tuzlu
sıcak - soğuk
büyük - küçük


''güneş doğar güneş batar..
ama insan uyumaz bazen,
düşünür!''


birkaçı yeterdi...


koşabileceğime inanıyor musun?


gelen giden
esen geçen
susan duran
seven sevilen


her rengini seviyorum,
senin!


dönme...


kopyalayıp yapıştırmalı..


yandan çarklı..


havlamayı huy edinedursunlar
biz yola çıktık çoktan..


uçmak mı?
yüzmek mi?


kıyıdan kıyıya noktaları birleştirmece...
sonuç?
dinlence!


esinti...

Her yerde.. Her zaman.. Her daim..