23 Aralık 2011 Cuma

Son Mektup

(Yaklaşık 1 sene önceydi.. Ve son mektubumdu.. Tesadüfen gördüm dün gece ve 1 senede ne kadar değiştiğimi farkettim.. Sonra aslında ne kadar gereksiz bir mektup olduğunu konuştuk seninle yüzümüzde tebessümle.. Büyüyoruz; kayıplarla, yanlış anlamalarla, geç kalınmış açıklamalarla... )

Merhaba;

Avukatlar insan sarrafı oluyormuş zamanla. Düşünsene o açılan davalarda ne tip insanlarla muhattap oluyorlar. Vekilliğini yaptıkları türlü çeşitli tipler. Suçlusu, haklısı, mağduru, cazgırı.. Bir süre sonra gözüne bakıp çözüyorlar herkesi. Keza bir yıldır ara ara görüştüğüm avukatım bugün beni karşısına alıp ilk defa bu kadar net ve acımasız konuştu. Hala kafamın içinde yankılanan, beynime kazınan ve tüm gün şuursuzca dolanmama neden olan konuşma şu şekildeydi:

Avukat: Nasıl gidiyor hayat?
Ben: İyi n’ olsun iş güç işte.
Avukat: Onun dışında?
Ben: Pek bir şey yok.
Avukat: Hala değişmedim diyorsun yani.
Ben: Ne konuda?
Avukat: Tuba dışında kimlerle görüşüyorsun?
Ben: Tuba’ yla bile görüşemiyorum. O da İzmir’ e taşınacak galiba.
Avukat: Depresyona girmiş gibisin.
Ben: Bilmem.
Avukat: Erkek arkadaşın da yok hala?
Ben: Kim n’apsın beni.
Avukat: (güldü) Bir ev arkadaşı edinmeyi düşünmüyor musun?
Ben: Asla.
Avukat: Yeni iş yerinde ki arkadaşlarınla iş harici neler yapıyorsunuz?
Ben: Hiçbir şey.
Avukat: Ben sana birkaç bir şey söyleyeyim ama alınma. Melankoliksin bir kere ama dozunu aşmışsın. İnsanlardan korkuyorsun ve kendini kapatıyorsun. Ayrıca ilişkilere karşı da fobin oluşmuş. Eğer bunları kabul edebiliyorsan sana yardımcı olurum, tavsiyelerde bulunurum.
Ben: Katılmıyorum size.
Avukat: Evet değişmemişsin.
Ben: (güldüm)

Hep insanların çok acayip olduklarını söyledim durdum. Bu kadar diyalog, bu kadar paylaşım, bu kadar bir araya gelme.. Hep saçma geldi. Sonra hayır efendim saçmalayan sensin dedim kendi kendime. Yalnızlığa aşık olduğum sürece mutsuz olacaktım. Korkaklığım ve cesaretsizliğim beni yalnız ölmeye mahkum edecek.. Zırvaladım durdum işte. Sonra yine baktım etrafıma ve iyi böyle dedim. İnsanlar hala çok acayip benim için.

Amaç: Kesinlikle kafa karıştırmak değil.
Araç: Alkol.
Teşekkür: Kendimi lüzumsuzca açtığım 3. insansın ve benimle uğraştığın için (olumlu birşeyler söylemeye çalışıyorum) ayrıca teşekkür ederim.
Sonuç: Hala mutsuzum.
Not: Son mektuptur, cevap gerektirmez.

Mutlu ol !

                                                                                                                                                  Damla

2 Ekim 2011 Pazar

ruhumun alışkın olmadığı bir 'ithaf' tı...

''The way she glances at me, resembles my dad,

The way she cares of me, resembles my mom,

The way she thinks of me, resembles the guardian angels of God,

The way she adores me, replicates the miraculous survival moment of me during my birth,

The way she hugs me, reminds me the reunification of Knidos with the Aegean Sea...

The way she writes for me, resembles the amazing deepness of the Milky way,

The way she dreams about me, replicates the praying ritual of a whirling dervish,

The way of her presence in the universe, reminds me the meaning of my existence...''

20 Eylül 2011 Salı

Mavi, Tırtıl ve Yeşil...

'ıssızlığa gitmeyi' huy edindim kendime
söyleyecek söz
yapacak bir şey yok
bu böyleydi
böyle gelmişti
böyle giderdi...


Mavi, mavinin her tonunda gömlekler giyerdi. Gardrobunun neredeyse tamamı maviydi ve sanki özgür ruhunu simgelerdi. Tırtıl ise güzel bir kelebek olmanın hayalinde -ama sadece hayalinde- hayata karşı hem korkak hem de önyargılı bir kız idi. Tırtıl kimseye güvenemedi şimdiye kadar, herkese şüpheyle baktı ve kendini soyutladı. Dışarıda nasıl bir hayat var diye merak etse de dahil olmaktan hep çekindi. Mavi ise hayatında 'yaşamadığım' diyeceği hiçbirşey bırakmamış, her türlü insanla muhattap olmuş ve bunca yıllık ömrüne inanılmaz hikayeler sığdırmıştı.

Bir gün tırtıl ve mavinin yolları kesişti. Mavi ilk görüşte tırtıldan etkilenmişti, henüz tek kelime konuşmadan 'o kadın' diye geçirdi içinden. Tırtıl ise 'bir yerden tanıyorum onu' diye düşündü ama hiçbir zaman nereden tanıdığını çıkaramadı.

Zamanla konuşmaya başladılar. Haftada 1 ya da 2 gün birbirlerini görüyor, görüşmelerinden hemen sonra mavi tırtılla uğraşmaya başlıyor, gözden ırak düştükleri anda iletişim de kopuyordu. Aslında daha ilk günden mavi kartlarını açık oynamıştı, tırtıl ise herzaman olduğu gibi karşısındakine 'alaycı ve esireklisin' yaftasını yapıştırıp muhabbetler hoşuna gitmesine rağmen hep ters hep soğuk hep uzak durdu. Yine ve yine inanamadı, güvenemedi.

Aylar geçti bu şekilde. Mavinin hisleri ne kendisine ne de tırtıla anlatamadığı yoğunlukta artıyordu. Sevgi, şevkat, endişe, saygı, korku, umut, aşk.. Hergün kendini tazeleyip anbean katlanıyordu. Mavinin tırtıl için yapamayacağı fedakarlık, aşamayacağı engel, gösteremeyeceği özveri yoktu.. Artık.. Ama....

Bir gün tırtıl 'hayatımda başka biri var, benimle artık bu şekilde konuşma' diyerek mavinin o tertemiz ve her gün yeniden yeşeren hayallerini birden yerlebir etti. Mavinin elinden bir şey gelmezdi. 'pekala, sen benim meleğimsin ve öyle kalacaksın' dedi ve sustu..

Dili sustu ama kalbi susmak bilmedi. Önce tırtılı sonra kendini sonra kaderini suçladı. Ortada suçlu yoktu.. Dayanamadı. Aradı.. 'sana bir ömrü teklif edeceğim yer bile belliydi' dedi ve gözlerinden akan her bir göz yaşına tırtıl inanamadı. Ben bu gözyaşlarını hakedecek ne yaptım diye düşündü tırtıl. Hiçbirşey yapmamıştı. Mavi 'birşey yapman gerekmezdi, sevdim..' dedi.

Bir süre iletişimi koparmadan unutmaya çalıştı mavi. Yine yapamadı ve bir gün sustu. Tırtıl anlayış gösterdi ve o da sustu. Aradan 3 gün geçti. Mavi tüm saygınlığıyla tırtıla 'ben Yeşil'deyim, ailenin olduğu şehirde. Anneni görmeye geldim, hep söylerdim ya annene ve babana söylemek istediklerim var diye, sırf bu amaçla geldim, bana kızma!'..

Tırtıl inanamadı, şok olmuştu ve inanmadığını söyleyebildi sadece. Mavi günübirlik 14 saat yolculuk yaparak geldiği bu cennet köşesini tanımladı tırtıla, kare kare anlık fotoğraflar çekip gönderdi. İlk olarak tırtılın annesinin çalıştığı iş yerine gitmişti ama annesi o gün izinli olduğu için mavi amacına ulaşamadı, bir paket çikolatayı masasına bırakıp ayrıldı. Şimdi Yeşil' i keşfedecek 1 günü vardı. Sahili yürüdü boydan boya, o tertemiz buz gibi çarşaf deniz iştahını kabartmıştı. En sakin ve tırtılın da hep tercih ettiği o dingin sahilden denize girmeye karar verdi. Kendini buz gibi berrak suya bıraktı ve açıktaki teknelere yorulana kadar yüzdü. İçi huzur doluydu. Denizden çıkıp kendini şezlonga atıp biraz soluklandı. O an yanında bir ingiliz çift gözlerini dikmiş maviye bakıyordu. Konuşmaya başladılar. Çift mavinin neden burada olduğunu sordu ve mavi hikayesini anlattı. Tırtılı, hiç tanımadığı ama çok sevdiği ailesini, tırtıla olan sevgisini ve onca yolu annesine şikayette bulunmak için geldiğini anlattı. Bu sonsuz sevginin ardından neyi şikayet edebilirsin bakışlarıyla karşılaşan mavi açıklama gereği duydu 'şunları söyleyecektim: kızınız hayata karşı çok kötümser ve kendisine acımasızca özeleştirilerde bulunuyor. Ama o herşeye değer kızınız için sizinle en içten duygularımı paylaşmak istiyorum. Aileniz benim için şereftir artık. O kadar rahat geldim ki yanınıza, hiç telaşlanmadım. Kızınız bana esirekli der bilir misiniz? Esirekliliğim bundan gelir belki de. Sadece sevdim. Avazım çıktığı kadar sevgime sahip çıktım, ne istediğimi bildim, her mimiğini her tavrını sevdim. Sonunu görmeden, hesap yapmadan, gözümden sakınır gibi, asil, onurlu, güçlü, kırılgan ama hiçbir zaman tutsak değil. Ama olmadı. Kızınız benden, sevgimden, kendinden, hayattan korktu. O kadar kararlı durdu ki karşımda ve mutluluğu elinin tersiyle itebilecek güçte..Her adımım sonuçsuz kaldı, elimi hep havada bıraktı. Onun da istediği gibi ne hali varsa görsün diyerek kendi haline bırakmak istedim ama yapamadım. Hakkınızı helal edin ve haddimi aştıysam affedin.' İngiliz çift çok etkilenmişti. Şans dilediler ve sahilden ayrıldılar.

Mavi tüm Yeşil' i sırtında bir sırt çantasıyla karış karış gezdi. Lojmanları, çarşıyı, meydanı, limanı, sahili.. Tırtılın adım adım yürüdüğü her yeri adımladı.

Ve gitme vakti geldi. Ayrılmak istemedi bu şehirden. Tırtıl hiç onun olmamıştı, hiç yanına varmamıştı nasılsa, bıraksınlar mavi de Yeşil' de kalsaydı... Yaklaşık 12 saattir bu şehri soluyordu mavi ama 1 kez bile pişman olmadı geldiğine -tıpkı yaptığı hiçbirşeyden pişman olmadığı gibi- kendini buraya ait hissetti. Yeşil tırtıldı, mavi yeşildi..

Dönüş yolunda mavinin tırtıla söylecekleri vardı: 'Seni senden fazla sevdim ben, isyanımsa senin mutsuzluk seçimine. Ben sözümü tutamadım yine ve konuşmaya başladım. Sen hiç benim olmayı istemedin. Bir gün sevince anlarsın sözlerin neden tutulamadığını. Üzülmüyorum artık, tükendim çünkü. Duvar oldun bana. Hissetmiyorum. Senden ricam hatalardan kork ama hatalarla olgunlaşacağım diye de bunu dileme! Şimdiye kadar böylesi cesareti gösterebileceğim tek değerli insan sen oldun. Ailen de korkmasın, sen de korkma. Yalnız değilsin. Beni her zaman arayabilirsin, başın sıkıştığında, sohbet etmek istediğinde.. Benim artık canım acımaz endişelenme, sonsuz sevgimle uyuştum...'

Tırtıl boğazında düğümlerle yorumsuz kaldı. Maviyi çıldırtan bu suskunluğuyla gözyaşlarını sildi, sessiz.. Aklından geçense yine 'Ben bunları hakedecek ne yaptım ve beni gerçekten kim hakediyor?' idi... Mavi ardından Yeşil' e, rüzgargüllerine, yel değirmenlerine, denize, tırtıla, ailesine el sallayarak uzaklaştı dilinde tek bir kelimeyle 'elveda'...

17 Eylül 2011 Cumartesi

Tutsak...

Zamanın bir müsveddesi olsa diyorum

Karalama hayatımı buruşmuş kağıtlardan arada açar okur muyum?

‘O an’ a geri dönsem ya da..

Ağız dolusu bir ‘hayır’ ı hakederken sen

Yine de sana teslim olur muyum?

Hatalar ruhumu eritir ya hani

Acı mıydı ruhu tazeleyen,

Yoksa ruhum mu açtı hatalara!

Yalnızlıktı söylencem senden önce

Zaman zaman tek başınalık

Bazense ‘keşke’ ler

Ama çoğu zaman ‘iyi ki’ ler

İyi ki benden uzaktın

İyi ki sana olan zaafımın farkında değildin

Kendi kendime yaşarken bazı şeyleri,

İyi ki sen kendi dünyanda kavruluyordun.

Ama sonra?

Farkettin !

Her adımında bas bas bağırıyordu bana mutsuzluk

Dur diyemedim

Gelme diyemedim

Geldin !

Kaçınılmaz sondu bu

İşkenceydi.

Saçlarım çekiliyor, tırnaklarım sızlıyor, ruhum bedenimi zorluyordu

Kaçamadım

Belki de denemedim

Yine de

Yenildim..

Senden vazgeçeceğim günün hayalindeyim şimdi ben

O zafere ulaşacağım.. hissediyorum..

14 Ağustos 2011 Pazar

Huzursuzlukla Gelen Huzur

Eğer beni çirkin, eğer beni şişman, eğer beni çulsuz görmek istemiyorsanız beni depresyona sokmayın, hali hazırda girmişsem ileri gitmeme izin vermeden çıkarın. Hayır beni sevmeniz gerekmez de sizin göz ve ruh sağlığınız için uğraşıyorum.

Ne zaman o en doğal halime bürünsem ki bu ‘doğal hal’ bazı insanlarda şapşallık, bazısında şenlik, bazısında da karizmatiklik (kasılmadan gelen karizmanın hastasınız) olur. Bende ise depresiflik olarak seyreder. Melankolizm damarlarımdan akarken bunalımı engellemem beni kahraman yapar, kahramanları kim sevmez ama ben sıradan bir kadınım.. Edebi bir metin değil sakin olun, bu gergin moddan çıkıp devam ediyorum…

Kendimi gözlemledim ve depresif hallerimde 3 ayrı yol izlediğimi farkettim.

Bunlardan ilki ve en kolay olanı ‘yemek’. Öğrenciyken sınav haftalarında, çalışırken doktor eğitimi ve cihaz demolarında, aşıkken sevgili mızırdanmalarında ve türevlerinde strese girilen ilk dakikada akla düşer ‘yemek’. Tatlısı tuzlusu ekşisi acısı hiç farketmez, tüketici toplum candır diyip yer yer yer yer yer bu bünye. Yer yer (zaman zaman manasında) soluklanıp, daha acıkamadan yine yer. Mide doldukça karında meydana gelen şişlik, içerde oluşan doygunluk ve yemek borusuna itelenen baskı nedense bir huzura, bir boşluk doldurmaya delalet eder. Sonuç: şişmanlık.

İkinci yol aslında ilkinin diğer sonucu oluşan sivilceler. Dedik ya ‘biberi bol tuzu az, böyle sevgili olmaz kime bu naz’.. Hımm pardon bunun konuyla ilgisi yoktu, özlem tekin çık aradan! Yiyecekler diyorum, tatlı tuzlu yağlı farketmez de çoğusu cilde zarar. Ünlü düşünürün de dediği gibi ‘can çekerse cilt katlanır’. Sonuç: çirkinlik.

Ve son yol, aslında tüm kadınların depresyona girdiği anda terapi olarak gördükleri, para harcamak. Amaç alışveriş ile ihtiyaçların giderilmesi ve hatta ihtiyaç olmasa da güzeli alıp şenlenmek değil, direkman para harcamaktır. (hayatımda ilk defa ‘direkman’ ı yazı dilinde kullandım, çok irrite oldum) Özellikle sadece alışveriş demedim çünkü para harcansın da nasıl nereye harcanırsa harcansın mantığı vardır. Ben genelde saçımla başımla uğraşarak kuaförüm Tuncay’ a akıtıyorum o parayı. Hayır adamdan yetenek akıyor, çok acayip saç kırpıyor, adama benzetiyor beni ama çok pahalı be o kadar da olmaz, olur mu yoksa yaa, olmaz olmaz, ama iyi kesiyor adam şimdi olur bence, yok be çok yine de gelin başı mı yaptırıyoruz... İşte tam da bu içses kavgalarıyla gidilir Tuncay’ a, harcanır paralarım paralarım.. Sonuç: çulsuzluk.

An itibariyle 3 yolu bitirdik fakat ben bir yan yol daha belirtmek isterim. Benim asıl terapim temizlik. Her türlüsünden. Evi süpür, yerleri sil, toz al, lavabo küvet fırçala, çamaşır yıka, ütü yap.. Yetmedi mi, kendine saldır. Bas ağdayı, yak canını bak nasıl rahatlıyorsun. Tamam tamam yazının bu noktasında tüm mazoşistliğimi ifşa etmeme gerek yok değil mi? kaldıracak olan var hazmedemeyecek olan var..

İşte bu 3.5 yolu da anlattıktan sonra şu soruyu sorabilirsiniz: ‘Tamam da Damla bu gereksiz bilgiler gerçek hayatta ne işimize yarayacak afedersin?’ Cevap veriyorum: ‘Bilmiyorum’

Not: Şu anda depresyonda sayılmam. Tamamen uyarı maiyetinde bir yazı idi. Küçüklerimin ellerinden, büyüklerimin gözlerinden, ya da tam tersi yerlerinden.. muah muah..



22 Temmuz 2011 Cuma

UYAN DAMLA UYAN !


Rüzgarın nereden estiği belli değil bu sabah. Dağılmış saçlarımı yanaklarımdan alnımdan burnumdan sıyırıp şapkamın içine tıkıştırıyorum homurdana homurdana. Babam her zaman ki gibi 'güneşten faydalan kızım' ısrarlarıyla güneşe sürüklüyor beni. 'Bugün güneşe çıkmak istemiyorum baba, şemsiyenin gölgesinde otursak?' Kıyamıyor yine bana, 'tamam' diyor memnuniyetsiz.

Her sabah birkaç dakika yürüyerek indiğimiz sahili bugün es geçip, çok rüzgar olduğu için babamın kıvrak zekası ile karar verdiği Kargı Koyu' nda kendimize manzarası güzel bir yer arıyoruz. Rüzgar burada da var ama dalga yok, Kargı' yı ve babamın zekasını seviyorum. Çakıl taşları inci gibi gelişigüzel dağılmış etrafa, bakir ve bir o kadar ihtişamlı, karşıda yunan adaları ayna gibi görünüyor ve açıklarda sabitlenmiş tekneler, yatlar... Havlularımızı serip, güneş gözlüklerimizi takıp, kitaplarımızı açıp uzanıyoruz efil efil esen sahile. Tenimin güneşi reddettiği gibi kulağım da müziği reddediyor bugün. Ayaklarımızın ucunda çakıl taşlarına vuran su, rüzgar ve arkamızdaki ağaçlara konuşlanmış cırcır böcekleri yeterli.

Ilk elime aldığımda 2 gün sürüklendiğim kitabın son 2 gündür kapağını açmamıştım. Kitap ayracım da kaybolduğu için uzun süre sayfaları haşır huşur çevire çevire nerede kaldığımı arıyorum. Ve sonunda buluyorum. Okumaya başlıyorum. Aradan 15 dakika geçiyor ve ben hala aynı sayfada aynı satırlardayım. Her cümlenin sonunda bir şey anlamadığımı farkedip paragraf başına dönüyorum.

Kafamda dün akşam var. Dün akşam ki 'hata' m var.. Kardeşim dediğim en yakın dostumun beni kendime getirdiği o konuşmadan sonra gece rahat uyumuştum, peki şimdi ne diye hiç bir şeye odaklanamıyordum? Tek nedeni kendime yaptığım haksızlık, saygısızlık ve HATA. Kitabı kapatım derin derin nefes alıp veriyorum gökyüzüne bakarken. Dudaklarımı nasıl kemirdiysem artık acıyla ofluyorum.

Telefon çalıyor. Kendi telefonumdan uzak durmak istediğim için o evde, bu babamın telefonu. İnatla çalıyor, cırcır böcekleriyle yarışır gibi çatlayana kadar çalacak, ama bence bu yarışı cırcır böcekleri kazanır gibi saçma bir hakemliğe bürünüyorum. Hala gözlerim gökyüzünde. Tamam artık bu telefona cevap verilmeli. Sağıma bakıyorum ve babamın da aslında hala aynı sayfada aynı satırlarda kaldığını görüyorum, onun daha mantıklı mazeretleri var, uyumuş..

Telefona bakıyorum, babamın eski iş yerinden arkadaşı. Birkaç gün öncesinde ortak başka bir arkadaşlarının beyin kanaması geçirip hastaneye kaldırıldığını haber verip bizi derin üzüntüye boğmuştu. Karnım ağrıyor telefonda ismini görünce, açmak istemiyorum, babamı uyandırmak istemiyorum ama meşgule atmak da istemiyorum. Sonunda babam haykırış dolu telefonun sesini duyup 'kızım?' diye uyanıyor. 'Baba telefonun çalıyor' diye uzatıyorum istemeyerek. Babam kimin aradığını ne soruyor ne de telefona bakıyor, uyku sersemi direk kulağına götürüyor. 'Efendim? Hüssam sen misin? Neyin var sen bana hiç iyi haberler getirmiyorsun? Ne oldu? Konuş.. Hüssam? Yoksa? Oğlum kendine gel, ağlama..' Telefonu kapatıyor. 'Ahhh!' diye cılız bir sesle inliyor ve başını öne eğiyor. Güneş gözlüklerinin altından süzülen göz yaşlarının kucağında duran kitabın üzerine düşüşünü izliyorum. Ellerim titriyor. Babamın boğazından çıkan hırıltıları işitiyorum. Elleim daha da titriyor. Babama sarılıyorum. Ağlıyoruz. Sarılarak en son ağladığımız günü hatırlıyorum, okuldan mezun olup kepleri fırlattığımız anı. Gözyaşı çok yönlü, sevinçte ve hüzünde.. Babam kalbimin hızlanmış ritmini hissetmiş olacak ayrılıyor benden. 'Tamam diyor tamam sus sen de' diyor.. Ben de 'Tamam baba bişeyim yok iyiyim endişelenme' diyorum. Birbirimizi sakinleştiriyoruz. Onun acısına kendi derdimi eklememeliyim. Şu anda arkadaşına akıttığı göz yaşlarına engel olmamalıyım. Susuyoruz. Babam eline telefonu alıp 'Diğer arkadaşlara da haber vermek lazım ama nasıl' diye yine o her sorumluluğu üstüne alma telaşında.

Sırayla birkaç kişiyi arıyor ve her telefonu kapattığında çenesi titriyor. 'Cengiz' i kaybettik' Pikniklere havuzlara gittiğimiz evinde misafir olduğumuz gözlüklerinin ardından sürekli gülümseyen ve her tebessümünde gözleri küçülen Cengiz Amca' yı kaybettik. Mekanın cennet olsun Cengiz amca..

Kendimize geldiğimizde babam 'kalk denizden faydalan' diyerek 2. ısrarına sıra geldiğini hatırlatıyor. 'Girmek istemiyorum' desem de bu sefer kaçamıyorum. Su buz gibi ama bir o kadar da tertemiz. Kendime kıyıyorum bu sefer ve suya alışmayı hiç beklemeden dalıyorum en derine, nefesim kesilene kadar gidiyorum. Hırslanıyorum, yüzüyorum yüzüyorum yüzüyorum. Babamın da gerginliğini suya bırakmak istediğini farkediyorum, açılıyoruz.. Yoruluyoruz. Sırtüstü su üzerinde yatıp güneşi içimize çekiyoruz nefesimizi kontrol etmeye çalışırken.

Dün akşam ki hatalarıma gidiyor tekrar aklım. Şu anda daha farklı boyuttan bakıyorum onlara. Evet yaptığım ilk hataydı ama bu bir daha aynı hatayı tekrarlayacağım anlamına gelmezdi, ya da başka konularda başka hatalar yapmayacağım demek de değildi. Hata yapmaya henüz yeni başladım ve hata yapmaktan korkmuyorum. Onları tekrarlamadığım sürece beni olduğum kişi yapacaklar. Beni olgunlaştıracaklar. Hafızanın sırrı buydu. Bana değer vermeyenlerin peşinden gitmek aptallıktı ve bir daha olmayacaktı. Değerimi bilenlere sıkı sıkı sarılmak varken neydi bende ki bu melankolik depresif mazoşist tavırlar. Hep demezmiydi Tuba 'Kendine güven, herkesten önce kendini sev, sen kendini sevmediğin sürece karşındaki insandan 2 kişilik sevgi beklersin ki yok öyle bir dünya, önce sen ne istediğine karar ver, bırak değerini bilmeyen çeksin gitsin, sen yanında istediğin insanlara kıyma yeter ki'...

Gülümsüyorum güneşe ve tekrar dalıyorum suya. Her kulaçta kaslarımın yandığını hissediyorum, yoruyorum kendimi daha daha daha.. Tuzlu su saçlarımı yalayıp geçiyor her kıpırtıda. Su üzerine çıkıp derin bir nefes alıp tekrar dalıyorum.. Dipteki kuma ulaşmaya çalışıyorum, beceremiyorum. Olsun. En azından uğraşıyorum..

Denizden çıkarken babam memnun. 'Aferin kızım bugün daha çok yüzdün, 2 gün sonra gideceksin aklımda kalmayacak denize doydun iyice' Ahh babam hala benim telaşımda.. Seviniyorum.

Eve geliyoruz, duş alıp yağlı ballı kahvaltımızı yapıyoruz karşılıklı.

Babam cuma namazına giderken bu satırları yazmaya başlıyorum..

Hayat acımasız. Hayat kendine gelmeyi beklemiyor. Hem ne demiş ünlü filozof 'sakin' (Yok öyle bir filozof, sakin sadece bir müzik grubu senelerdir dinlediğim)


Ağladık, ağlaştık,
Dünyaları kopardık,
Farkındayız bugün.
Sonrası hep aydınlık
Sebepsiz ve sonuçsuz, denek hayatım

Ben sana söyledim
Hepten ölürüm ben inan
Dönüşü yok bu hız seferi
Bak bu tren devrilir
Bağırır bu raylar
O sahte, o kart düzene

11 Temmuz 2011 Pazartesi

eğer...


Bir kalp daha kıralım

Kalbin ruh olduğunu düşünmezsek eğer,

Bir lunaparkı ateşe verelim

Çocukların gözyaşlarından mutlu olacaksak eğer,

Kendimizi metrelerce yükseklikten boşluğa bırakalım

Uçmayı becerebileceksek eğer,

Zamana bir tokat atalım

Eskimeyeceksek eğer,

Mesafelere barikatlar kuralım

Yıkabileceksek eğer,

İmkansızlığa heyecan katalım

Sonunda şehveti yakalayacaksak eğer


Bir tek gözgöze gelelim

Kendimizi tutabileceksek eğer


Kendimize yol göstermeyip , kendimizden geçelim...

10 Nisan 2011 Pazar

kolaj - 2

http://fizy.com/#s/1t6alm

Güne su ile başlar

Çikolata ile bitirirmiş

Ne aydınlıkta ne seste uyuyabilirmiş

Her gece bol aksiyonlu rüyalar görürmüş

Sabah arkadaşına anlatmak için aklında tutmaya çalışır

Her defasında da unuturmuş

En stresli olduğu anda oyun hamurlarını düşünür

O da kesmezse kendini puzzle yaparken hayal edermiş

Herkesin rahatlama metodu farklıymış

10 dk önce gözyaşlarını zor durdurmasına rağmen

Sorana çok iyiyim dermiş

Ahh evet arada yalan söylermiş

Bunu yaparken pis bir sırıtmaya bürünür

Dozunu kaçırır kendini ele verirmiş

Okuduğu kitapların son 5 sayfasını bırakıp

Kendisi bir son yazarmış

İnsanlarla göz göze gelmeye korkarmış

‘sen-siz’ hitabında bir türlü karar kılamazmış

Akşam yatmak sabah kalkmak bilmezmiş

Romantik komedilere sinir olur

Yine de inatla izlermiş

Dostlarına çok çektirirmiş

Erkan’ ı çok özler

Tuba’ sız kalmaktan çok korkarmış

İkisine de belli etmez

Odunluğuyla övünürmüş

Kendinden nefret edermiş

Arada itiraf eder

Çoğunlukla reddedermiş

Yanlışlıkla biri ona aşık olmaya kalktığında

En çok istediği bu olduğu halde

Düşman kesilirmiş

Kendini sevmez, sevilmez bulurmuş

Başkasının da kendisini sevmesini kabul etmezmiş

Yalnızlığı özgür olmak sanarmış

Sonunda

Yalnızlığıyla uyumlu

Yalnızlığına öfkeli

Yalnızlığında mahkum olurmuş